Ş̧erafettin Yapıcı

Şefaat Ya Şahid

Bugün 17 Eylül, 50 yıl oldu; fakat hala sızlıyor sanki bir yerlerimiz? İlk başta, yara tazeyken anlamıyorsunuz değil mi yaralandığınızı? Menderes “katledildi” diyorsunuz; kişiseldir, geçer, Allah sabırlar versin. Ama acıyor, yekinip yerinizden kalkamıyorsunuz hala, neden? Demek, sadece bir “Menderesin Dramı” değilmiş bu durum, bizim dramımızmış aynı zamanda: milletin dramı. 50 yıl oldu, çok zaman geçti; o teyyareden profesörler, o maşa paşalar, o kahyadan albaylar, “ah, ah keşke, ne olurdu” diye inlemektedirler belki şimdi. Artık, “Efendilerin” bu uzaktan kumandalı “kızan”larından adı sanı süren pek kişi de kalmadı hani. Ama Ali Adnan’ımız, hala dipdiri ve hala sımsıcak. “Başımı 17 sene önce almadığınız için müteşekkirim” diyecek kadar müşfik. Çünkü O şehid; tamamlandı tanıklığı.

Salben asılana kadar ne ölümler görmüştü O; ne çok ölmüştü. Annesi öldüğünde ölmüştü ilkin; sonra babası öldüğünde, derken kız kardeşi öldüğünde. Ölümlere doğmuştu sanki: Balkan Savaşları, Harb-i Umumi yılları ve Milli Mücadele. Meteoroloji raporlarında hep ölüm, yalnızca ölüm vardı; gök gürültülü ve sağanak yağan ölümler: “Ölüm indirmede gökler ve ölü püskürmede yer”.

Üsküp düştüğünde ölmüştü mesela ve Basra harap olduğunda; Payitaht teslim olduğunda ölmüştü, İzmir’e sıçrayan yangın, ta Aydın Hasan Efendi Mahallesi’ndeki evine dayandığında da. Bir işgalci güç gibi, veremin ölüm saçtığı, zehirli sıtmanın bir kâbus gibi çöktüğü günlerde ölmüştü O, çok kere. Sam yelleri estiğinde de ölürdü O biraz, seller mahsulleri sürüklediğinde de. Ah.. O ne çok ölmüştü, o yağlı kasketler altındaki çaresiz çehreleri gördüğünde; ne çok. Ölüm ölüm ölmüştü. Ölmeden önce ölmüştü. Nasıl “ölümler ölümlere ulanmakta usta” ise olmanın yolu ölmekten geçerdi de ondan: Ölmek ve olmak. Öldü ve oldu.

Çiftçiydi; bilirdi, ölümü hisseden fasulyenin bile çiçek açtığını. Ziraatçıydı, ölerek olmayı, öle öle var olmayı tarlalardan devşirmişti belki O. Çünkü ölü bir bitkidir tohum aslında ve asılarak saklanır çoğunlukla. Ama o bilgi, o töz ve o tanıklık, canlıyken ve ölmeden önce ölmüşken aşılanırdı tohuma. Tohum, tanıklığını tamamlayan bitkidir sonuçta. Böyle oldu, bu topraklarda bu tohumların gelişimi. Böyle oldu ve olmakta, binlerce yıldan beri, binlerce endemik bitkinin tekâmülü, yani kemale doğru yol alışı. Nebat için cari olan bu durum, elbette insan için de geçerlidir: Şahitlikle aşılana aşılana taşınır insanlık. Bir “Hüseyin” direniş aşısı yapar ona, bir “Numan” diker onu koca bir imparatorluk havzasına, bir “Hallac” budar onu ve bir Ali Adnan mayalar. Endemik insan da işte böyle teşekkül eder buralarda.

Sonuçta, yıl 1945; nice yıldır ahkâmın tebeddülü ve ezmanın tagayyürü arasında sıkışmışken ve belki tam boğulmak üzereyken millet olarak, dörtlü takrir ile ölümlerin arasından çıkagelir Ali Adnan’ımız; “oku”, “çağır”, denilen Nebi’miz gibi. Maya çalar millete ve ondan bir “söz” çıkarır. Siyaset mayasıdır bu. Bu maya ile hem zaman ve hem hüküm yerli yerine oturur. Zaman yani modernlik, batıcılık ya da aydınlanma, “andıçlama”dan çok, enikonu bir alet-edevat meselesidir sonuçta. En çok kullandığı sözcük, “cihazlanma”dır. Hüküm ise, ruhbanik diskurlardan öte bir millet sözü, bir millet “rey”idir. Bunun da “rey ekolü” demek olan Hanefi düşüncesine kadar dayandığını, Menderes’in, İmam-ı Azam’ın kabrini ziyaret ettiği sırada sarf ettiği o sözlerinden anlıyoruz: Millet, sözü üreten bu millet, eninde sonunda din ve dünyayı yerli yerine oturtacaktır; bu olacaktır.

“Ebedi Şef” ile “Masum İmamlık” arasındaki paralelliği göz önüne alırsak, bu Batıcı düşüncenin, esasında “Şii” bir karakter taşıdığı, vara vara vardığı yerin bu olduğu; “Hakimiyet Allah’ındır” ile “Hüküm Allah’ın” arasındaki yakınlıktan hareketle de tedavüldeki İslamcı düşüncenin, onca retoriğe rağmen, gerçekte “Harici” bir durum arz ettiği pekala söylenebilir. İşte Menderes, tam da burada, söz milletin demekle, esasen bu iki sapık ekolün dışında bir “ortodoksi”yi yeniden kurmuş oluyor. “Yeter söz milletin” fehvası, bu rey ekolünün tebeddül eden en modern yargısıdır belki de. Ne yazık ki, ülkemizde, ne Batıcı diye adlandırılan takım ve ne İslamcı diye isimlendirilen kesim bu idrake varabilmiştir. Bu yüzden, Şefokrasi ile Teokrasi arasında millet sıkışıp kalmıştır. Oysa millet, hem yönetmede ve hem de yorumda yetkin bir yere sahiptir. Dolayısıyla, yeter söz milletin tabirinin, o bildik seçim sloganlarının ötesinde, bu tür felsefi ve hukuki bir derinliği vardır. Merhum Menderes’in millete çaldığı mayanın özü bu olsa gerektir.

Elli yıl önce ne mi oldu? O ilmek “ses”i astı, “söz”ü astı. Sözün ümüğünü sıktı. Bu yüzden bir tıs çıkmadı. Bu maya, bu tohum yasaklandı, sonra da sahteleri tedavüle sokuldu. Bunu icra edenler zaten genetikle oynamakta pek mahir idiler; pekâlâ yaptılar. Bu şekilde, istendi ki bu mayadan umut kesilsin, tohum ebter kılınsın ve tezgâha başka mallar tıkıştırılsın. Ama ne mümkün, şehadet balçıkla sıvanır mı? Bu maya, bu tohum, bu tanıklık, kimileri unutsa da tarihe kazınmıştır artık bir kere; unutulmaz. Tanık ol Ya Rab, biz tanıklarıyız, sen de tanık ol bu Tanığına; şefaat ya Şahid ve bizleri bağışla.

ŞERAFETTİN YAPICI

ADFED Adnan Menderes Dernekler Federasyonu.